Kitle, tarihin hiç bir
döneminde günümüzde olduğu kadar iktidar sahibi olmamıştır. İşin acı tarafı ise
“kitle, kitle olmayı terk etmeksizin, önceki azınlığın (iktidar seçkinlerinin)
ayağını kaydırıyor, onun yerini alıyor.”
Ancak, burada bir sorun ortaya çıkmaktadır.
Kitlelerin “kitle niteliğini kaybetmeksizin” işgal ettiği yerler hiç bir zaman
kalabalıklar için yapılmamıştır. Niteliğini kaybetmeyen kitlenin azınlıkların
yerine geçmesinin sonuçları neler olabilir? Ortega’ya göre, “Belki yanılıyorum
ama bana öyle geliyor ki, derinlemesine incelediği bir konu üzerinde yazmak
üzere kalemi eline alan günümüzün yazarı bu konu üzerinde hiç bir şekilde
durmamış ve konu üzerindeki bir yazıyı bir şeyler öğrenmek için değil de, kafasında
taşıdığı basma kalıp düşüncelere uyuşmayan yazar hakkında hüküm vermek için
okuyacak vasat seviyedeki okuyucuyu göz önünde tutmak zorunda. Kitleleri vücuda
getiren fertler kendilerinin bilhassa yetenekli insanlar olduklarına inanmış
olsalardı bu, sosyolojik bir alt üst etme meselesi olmaktan çıkar, şahsi bir
hata meselesi olurdu. Günümüzün karakteristiği şu; alelade kafa taşıdıklarını
bilen insanlar, bu aleladelik hakkını ilan etmek ve onu istedikleri şekilde
cemiyete kabul ettirmek ihtiyacını güdüyor.” Demek
ki kitle, ağırlığı altındaki ferdi, yetenekli, seçkin olan her şeyi eziyor.
Herkes gibi olmayan, herkes gibi düşünmeyen, herhangi bir insan potansiyel bir
tehlikedir ve ortadan kaldırılma veya eritilme riskini göze alıyor demektir.
Yukarıda anılan görüşlerinden de
çıkarılacağı gibi Ortega aslında yönetici, yönlendirici gücü azınlıkların
elinde olmasını istemekte ve bunun adını şöyle koymaktadır: “Ben beşer
cemiyetinin aristokratik olması gerektiğini hiç bir zaman söylemedim,
söylediklerim, onun çok daha üstünde, çok daha ötesinde...Söylediğim ve
gittikçe artan bir inançla sarıldığım tezim şu; beşer cemiyeti olsa da olmasa
da, ‘aristokratik’ tir ve daha da ötesi,
bir cemiyet, aristokratik olduğu ölçüde cemiyettir ve aristokratik olmaktan
uzaklaştığı ölçüde de cemiyet olma özelliğini kaybeder.
Ortega’nın tüm çıplaklığı ile ortaya serdiği
görüşlerini üstü kapalıda olsa çağdaşı ünlü düşünür Guenon da paylaşmaktadır:
“Bugün batıda hüküm süren şartlar altında artık hiç kimse kendini ‘fıtratı
gereği olması gereken yer’ de bulamıyor; ‘artık, kastların olmayışı’ sözünün
anlamı da budur. Çünkü geleneksel anlamıyla ‘kast’ bütün özel yeteneklerle
birlikte bireysel yaradılışın (fıtrat) kendisidir. Herkesin şu veya bu özel
göreve yönelmesini sağlayan da budur. Belirli bir göreve gelmek, meşru bir
ölçüye bağlı olmaktan çıktımıydı, herkes önüne gelen işi yapmak zorunda kalır.
Bu iş de genellikle en az becerebileceği iş olur. Bu durumda en az etkili
olabilecek değişken, aslında en fazla etkili olması gereken ‘bir insanla diğeri
arasındaki yaradılış farkıdır.’ Bütün bu karışıklıkların nedeni, kesinlikle, bu
farkların görmezlikten gelinmesidir.”
Peki, “tarih sahnesini
doldurup taşıran bu kalabalıklar”; eskiden ancak bazı liyakat şartlarını
taşıyan insanların tekelinde olan alanları ele geçiren bu kitleler nereden
çıkmıştır?
Ortega., bu soruyu
ünlü iktisatçı Werner Sombart’ın araştırmalarına dayanarak yanıtlamaya çalışır:
“Günümüzün tarih sahnesini doldurup taşıran bu insanlar nereden çıktı?” Çağdaş
hadiseler üzerinde kafa yoran herkesin nasıl olup da üzerinde durmadığı çok
basit bir gerçeği, ünlü iktisatçı Werner Sombart, bir müddet önce gün ışığına
çıkardı. Bu çok basit gerçek kendi başına, Avrupa görüş sahasını temizlemeye
yeterli veya yeterli olmazsa bile, bizi aydınlığa götürecek yolun başlangıcını
koyacak güçte. Gerçek şu; Avrupa tarihinin başladığı VI. y.y’dan 1800 senesine
kadar-yani 12 asır boyunca- Avrupa nüfusu hiç bir zaman 180 milyonun üstüne
çıkamadı. Öte yanda, 1800’den 1914’e kadar bir asırdan biraz fazla süren bu
devrede nüfus 180 milyondan 460 milyona fırladı. Bu rakamlar arasındaki tezat,
sanırım geçen asrın verimli vasfını açıkça ortaya koyuyor. Üç nesil boyunca,
tarih sahnesine bir sel gibi çıkarılan, onu taşıran devasa bir insan kitlesi
yaratıldı.”
İşte bu demokratik patlama, 17. Yüzyıldan beri ilerleyip gelen 3 ilke
ile, liberal demokrasi, bilimsel deney ve sanayileşme ilkeleri ile birleşerek
yeni dünyayı, yeni kitlelerin
dünyasını ortaya çıkartmıştır. Aslında, rönesanstan itibaren bilimsel faaliyet
öylesine iç içe geçmiş, daha doğrusu öylesine tekniğe indirgenmiştir ki,
bilimsel deneyle sanayileşme arasındaki sık ilişkiyi de göz önüne alarak, bu
ikisini bir tek terimle ifade etmek mümkündür. Tekniğin egemenliği veya kısaca
teknik...Tabii burada, teknik derken, münhasıran Avrupa tekniğini
kastettiğimizi de belirtmemiz gerekir. Yoksa insanoğlunun ortaya koyduğu her
teknik bugün anladığımız anlamda bilimsel değildir. Çin’de, Mezopotamya’da,
Mısır’da, Eski Yunan’da teknik olmakla beraber, bu “teknik” ler deneysel bilim
temeline dayanmadıkları için, aşamayacakları bir gelişme noktasına, bir kritik
noktaya vardıktan sonra gerilemeye, yozlaşmaya başlamışlardır. Hatta bazıları
çok da gelişkin ve kullanışlı olan bu tekniklerin bazıları da iyice yozlaşarak
birer hurafeye dönüşmüş olabilir. Buna karşılık 16.y.y’dan itibaren Avrupa’nın
entelektüel haritalarını zorlamaya başlayan deneysel bilim anlayışı 18.y.y’ın
ortalarında bütün rakiplerini bertaraf eder ve 1890’larda “Avrupa’nın
entelektüel kumandasını” ele geçiren kuşakla birlikte, karşımıza “tarihte eşi
görülmemiş bir bilim adamı tipi” çıkar.
Bu konuda Ortega’nın
görüşleri şöyle özetlenebilir: “Sosyal iktidarı günümüzde elinde tutan kim?
Kendi zihni formlarını devrimize kabul ettiren kimler? Şüphesiz orta sınıf
insanı. Bu orta sınıf içinde üstün sayılanlar, zamanımızın aristokratları,
kimler? Şüphesiz teknisyenler, mühendisler, doktorlar, finansörler,
öğretmenler.... Pekala bu teknisyenler grubunda onu en iyi ve en saf haliyle temsil edenler kimler? Yine hiç şüphesiz
ilim adamları... Eğer yıldızlardan bir adam, Avrupa hakkında bir hükme varmak
için kıtayı ziyaret etmiş olsaydı, kime bakarak hükümlendirmesini sorduğu vakit
Avrupa, kendisi hakkında iyi bir kanaatin yerleşmesini garanti edeceği
düşüncesiyle, memnunlukla, kendi ilim adamını gösterirdi. Hakiki ilim adamı, kitle insanının
prototipidir. Tesadüfen değil, her belirli ilim adamının ferdi
başarısızlıklarından ötürü değil, fakat ilmin kendisi -medeniyetin kökü- onu
otomatik olarak kitle adamına dönüştürür, onu bir ilkel, modern bir barbar
yapar.
İhtisaslaşma, medeni insana
“ansiklopedik” ünvanını veren devirle aynı zamanda başladı. 19. asır
eserlerinde ihtisaslaşma belirtileri, görünmesine rağmen “ansiklopedikçe
yaşamış yaratıkların liderliğinde yürüdü.” Tarihte bir benzeri görünmeyen bir
ilim adamı tipi ile karşılaşıyoruz. Bu adam, hüküm verebilme yeteneğine sahip
biri olabilmek için, bütün bilinenler arasında sadece bir tanesi ile ünsiyet
peyda etmiştir ve hatta bu sahada bile, sadece aktif araştırma yaptığı küçük
bir kısmını bilir. Öyle ki, kendinin bilhassa işlediği
daracık saha dışında kalanlarla ilgilenmediğini ilan etmeyi de bir fazilet
sayar ve genel bilgi edinme merakını da “Diletantizm” (amatörce heveskarlık)
adını verir.
Deneysel bilim,
gelişmesini büyük ölçüde işte bu “ortalama”, hatta “ortalamanın da altında”
kişilerin emeğine borçludur. Bu durum ortaya “olağanüstü gariplikte” bir insan
tipi çıkartmıştır. Bu tip, (ki, Ortega bütün uzmanları bu kategoriye sokar)
eski sınıflandırmaların hiçbirine sokulmaz. Bilgili değildir, çünkü kendi
uzmanlık alanına girmeyen hiç bir şeyi bilmez. Bilgisiz de değildir. Çünkü bir
“ bilim adamı”dır ve evrenin kendisine ait olan o küçücük bölmesini çok iyi
bilir. Bu yüzden o, olsa olsa, “bilgili bir cahil” dir.
Bu uzman “cahil”,
hayatın diğer alanlarında, politikada, sanatta, toplumsal töre ve geleneklerde
tam bir ilkel gibi davranır. Gariplerin Kitabı’nda Ian Dallas bu tipleri nasıl
tarif ediyor: “İyice biliyorum ki, halkın öğrenim görmesinden sorumlu olanlar
bu sorumluların en yüksek yüzeyde, en iyi olanlardan söz ediyorum, en
kötülerinden değil. Bizzat kendileri baştan aşağı cahildirler. Öğretiyorlar ama
akletmiyorlar. Sonu gelmez bir görüşler ve düşünceler ırmağına sahiptirler;
cümleleri bitip tükenmez bir biçimde birbirine eklenir ve bunlar anlaşılır, iyi
düzenlenmiş cümlelerdir. Konuşurlar ve konuşurlar. Zihin etkinlikleri onlara
nasıl yürüyeceklerini, nasıl oturacaklarını, bir odada nasıl hareket
edeceklerini, bir bardak suyu nasıl içeceklerini öğretmez. Hayat onlar için bir
muamma ve ölüm tesadüfi bir sondur. Bunun hiç ama hiç bir istisnası yoktur.
Hepsini tanıdım onların; eğer bir teki hayatı tatmış olsaydı, ona katılır,
şöleni paylaşırdım onunla.”
1. 1. 2. Benda’ya Göre
Julien Benda’ya göre
de, insanda temelde iki gruba ayrılırlar: Bir yanda, mensup olduğu toplumsal
sınıf ne olursa olsun, maddi çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen “sıradan
insanlar” ın oluşturduğu kitleler, öte yanda (veya kitlelerin hemen yanı
başında) da, kitlelerden ayrı, onları bir ölçüde denetim altında tutan; pratik
amaçlar gütmeyen, belirli bir sanatla veya ilimle veya sadece meta fiziki
spekülasyonlarla meşgul olan “benim melekutum bu dünya değil” diye bilen
aydınlar.
Benda’ya göre, gerçek aydınlar, ya Leonardo da
Vinci, Malepranche, Goethe... gibi hiç bir çıkar gözetmeyen entelektüel
etkinlik için birer örnek oluştururlar ve bu yaşama tarzının üstün değerlerini
kendi kişilikleriyle, hayatlarıyla kanıtlarlar, veya Erasmus, Kant, Resan...
gibi, insanlık ve adalet adına kitlelerin bencil tutkularına karşı koyar ve
onları yerli yerine oturturlar.
19.y.y’la gelinceye
kadar aydınlar, “sıradan insanlar” ın kendi eylemlerini bir dil haline
getirmelerini, bu eylemlerden ötürü kendilerini büyük adam saymalarını
önleyebilmişlerdir. İnsanlar, uygarlık tarihi boyunca, yaptıkları bütün
kötülüklere rağmen, aydınların sayesinde, iyiye hiç değilse saygı göstermekten
de geri durmamışlardır. Ancak, 19. y.y’ın sonunda, köklü bir değişiklik ortaya
çıkmıştır. “Aydınlar” politik tutkuların egemen olduğu oyuna bulaşmışlardır. O
güne kadar halkın kaba gerçekçiliğini denetleyen, dizginleyen bu seçkinler, onu
beslemeye, yüreklendirmeye ve hatta kışkırtmaya başlamışlardır.
19. y.y’dan günümüze,
kitle insanın iktidarına zemin hazırlayan, hatta bu iktidarı meşrulaştıran
aydınların bu “ihanet basamakları” nı Benda’nın sıraladığı biçimde daha
yakında, incelemek, en azından günümüzdeki kitle toplumu tartışmalarında
aydınların yerini ve işlevini belirlememizi kolaylaştıracak bazı ip uçları
sağlayabilir.
1. 1. 2. a. Aydınlar ve Politik Tutku
Benda’ya göre,
Avrupa’daki edebiyatçılar, sanatçılar, bilim adamları, düşünürler ve din
adamları, ırklar ve politik görüşler arasındaki bölünmeleri körükleyen “nefret
korosu” na gönüllü olarak katılmışlardır. Bugünün aydınları, tıpkı “sıradan
insanlar” gibi politik tutkuların tutsağı olmakta; tıpkı onlar gibi kestirme
sonuçlar peşinde koşmakta, nefret ve fikr-i sabitin egemen olduğu tartışmalara
girmektedirler. Üstelik bir yandan da bunları yapmayanları, “fil dişi
kulelerine kapanmak” la suçlamaktadırlar.
Benda’ya göre, politik tutkularını aydın olarak
yaptıkları işe de bulaştıranların başında şairler ve romancılar gelmektedir.
Bunlar, (bilhassa şairler) sanatlarının “sıradan insanlar” ı etkileme gücünü
kötüye kullanmakta, “sokaktaki adam” ın belli belirsiz hissettiklerini, aydınca
yetenek ve becerilerini kullanarak alabildiğine körüklemektedirler.
Politik tutkular tarafından en fazla tehdit edilen entelektüel
alanlardan biri de, yazara göre, tarih yazımıdır. Bu alanda da, aydınların;
politikacıların, askerlerin yaptıklarına meşruiyet kazandırdıklarını; bu yolla
kitlelerin evrensel iktidarına zemin hazırladıklarını görüyoruz. Tarih boyunca,
tarih yazımının kendi iktidarını meşrulaştırmakta ve pekiştirmekte ne kadar
önemli bir yeri olduğunu sezinleyen Papa’lardan, 14. Lui’ye, Napolyon’dan,
Bismark’a kadar pek çok siyasi iktidar sahibi de, kendilerine hizmet etmeye
hazır “tarihçi” lere maaş bağlayarak, ısmarlama “tarih”ler yazdırmaktan geri
durmamışlardır.
Benda’ya göre,
günümüzde siyasi iktidarlara canla başla hizmet eden bir başka “aydın” grubu da
eleştirmenlerdir. Üstelik bu grubun yaptıklarının tarihte bir benzeri de
yoktur. Ne Papa 14. Pius, ne de Napolyon, kendi toplumsal sistemlerini ve
politik çizgilerini desteklemek üzere edebiyat eleştirmenleri “istihdam” etmeyi
düşün(e)memişlerdir. Her türlü edebiyat eserini, kendi politik tutkularıyla
çakışıp çakışmadığına bakarak “iyi” veya “kötü” diye sınıflandıran “aydın”
tipi, sadece günümüzde görülen bir fenomendir.
Geçmişte, otorite
kendisini bir takım anonim yapılanmaların ardına gizlemediği, düpedüz kaba güç
olarak çıktığı halde; günümüzde otorite ve kaba güç, iradesini çok ince bazı
yapı ve tekniklerin dolayımından geçirerek yürütmektedir. Günümüzün egemenleri,
bu işte de en büyük desteği aydınlardan almaktadır.
“Ey yeşil sarıklı ulu
hocalar bunu bana öğretmediniz
Bu kesik dansa karşı
bana bir şey öğretmediniz
Kadının üstün olduğu
ama mutlu olmadığı
Günlere geldim bunu
bana öğretmediniz
Hükümdarın
hükümdarlığı için halka yalvardığı
Ama yine de eşsiz
zulümler işlediği vakitlere erdim
Bunu bana söylemediniz
İnsanlar havada uçtu
ama yerde öldüler
Bunu bana öğretmediniz”
Gerek Ortega’nın
gerekse Benda’nın içinde yaşadıkları toplumsal ve entelektüel oluşumlar ile
batı uygarlığının geleceği konusundaki bu olumsuz ve karamsar
değerlendirmeleri, hiç şüphesiz, Avrupa’nın iki büyük savaş arasında yaşadığı
değerler kargaşasını da bir ölçüde yansıtmaktadır. Gerçekten de, 1.Dünya Savaşı
ile birlikte, Avrupa’nın, daha doğrusu Avrupa uygarlığının, en temel ilkeleri
yerle bir olmuş, savaştan sonra da, bu ülkelerin dayandığı temeller hemen hemen
her düzlemde sorgulanmaya başlanmıştır. Nitekim Stefan Zweig da, Dünün Dünyası
adlı kitabında, Avrupalı aydınların içine düştükleri bu değer kargaşasını,
dokunaklı bir üslupla anlatmaz mı?
1.
2. Kitle Kültürü’ne Olumlu Yaklaşımlar
Marcuse, otoriteryen
kişilik yapısının, aile yapısına, özellikle otoriter babaya çok şeyler borçlu
olduğunu savunanlara karşı, bu kişilik yapısının, otoriter ailenin
yaptırımlarından değil; tam tersine, bu ailenin, günümüzde bütün geleneksel
gücünü yitirmiş olmasından kaynaklandığını savunmaktadır. Buna göre, eski
tarihlerde çok merkezi bir yere oturtulan travmatik baba deneyinin yerini
günümüzde aile dışı kaynaklardan türetilen imajlar almakta, bireyin bu
teknolojik düzende ortadan kaldırılması, ailenin toplumsal fonksiyonunu da
asgariye indirmektedir.
Buna göre, eskiden
aile içinde şekillenen benlik, günümüzde daha okul çağına gelmeden, mahalle
takımından, radyo ve televizyon gibi kitle iletişim araçlarına varıncaya kadar
bir dizi aile-dışı etmen tarafından vaktinden önce toplumsallaştırılır. Bu
yüzden çocuğa istenilen değerleri verenler, eğitenler, aileler değil; kitle
iletişim uzmanlarıdır. Artık herşeyin en doğrusunu ve en yenisini babalar
değil, çocuklar bilmektedir.
Çağdaş toplum,
kendisine baş kaldırma eğilimi gösteren merkezkaç güçlerini, eski toplumsal
yapılar gibi kuvvet kullanarak değil; bir yandan teknolojik etkinliği, bir
yandan da “hayat standardı” nı yükselterek hizaya getiriyor. İşte bu “hizaya
getirme” işleminde en büyük rolü kitle iletişim araçları oynuyor. Kitle iletişim
araçlarının aykırılıkları “gökyüzünü maviye boyamaya yeltenen Dalgacı
Mahmut’ları, içindeki çocuğu diri tutanları” hizaya getirmek başvurduğu en
yaygın yöntemlerden biri, sanatı, siyaseti, dini ve felsefeyi reklamlarla
karıştırmak ve her biri hem ayrı ayrı hem de bir bütün olarak insanın gerçek
bir ihtiyacına tekabül eden bu etkinlikleri, kendi iç mantığı ile çelişmeyecek,
onu asla aşmayacak bir ortak paydaya indirgemek ve sonunda bunları bir değişim
nesnesine dönüştürmek yani şey’leştirmektir
Kitle iletişim teknojilerindeki gelişmelerin,
nitelikli sanat, edebiyat ve düşünce ürünlerinin daha geniş bir kitle
tarafından paylaşılması -yani tüketilmesi- imkanını verdiği; ancak, bu nicel
yayılmanın nitel bir sığlaşma karşılığında olduğu söylenebilir. Nitekim bugün
televizyonlarda en az bir Sheakespeare oyunu görmüş kişilerin sayısının,
17.y.y’dan günümüze kadar tiyatrolarda herhangi bir oyun izlemiş insanlardan
daha fazla olduğu söyleniyor. Ancak Sheakespear’i anlayan, söylediklerine
duyarlı kaç kişi çıkar acaba?
Ki zaten, işin gelip dayandığı yer de, Nabi Avcı’nın
deyişiyle toplumun “İgnoramus”lar tarafından işgali değilmidir?
DALGACI MAHMUT
İşim gücüm budur benim, Dalga geçerim kimi zaman da,
Gökyüzünü boyarım her sabah, O da benim vazifem;
Hepiniz uyurken, Bir baş düşünürüm başımda,
Uyanır bakarsınız ki mavi. Bir mide düşünürüm
midemde,
Deniz yırtılır kimi zaman, Bir ayak düşünürüm
ayağımda,
Bilmezsiniz kim diker; Ne halt edeceğimi bilemem.
Ben dikerim.
ORHAN VELİ
1. 2. 1. Shils’e Göre
Edward Shils kitle toplumu kavramının, sanayi
toplumu kavramından bağımsız olarak düşünülmemesini ister. Sanayi toplumunun en
belirgin özellikleri, geleneksel toplumlarda, merkezi otoriteye atfedilen
değerleri, kutsallıklarını yitirmeleri ve merkezle çevre arasındaki geçişin
artmasıdır. Kitlelerin merkezi işgalidir. (Bu konuyu Ortega y Gasset’in
görüşlerini irdelerken ayrıntılı olarak ele almıştık.) Bu yüzden
sanayileşmeden, kitle topluma geçilmez. Tekniğin hayata girişi; insanların boş
zaman ayrıcalığından giderek daha fazla pay almaları ve bunun paralelinde yaşam
düzeyleri ve bakış tarzlarının değişmesidir. Bu yüzden sanayileşme bireyin
gelişimine katkıda bulunmuştur. Kitle toplumu “dünya nimetlerinin” herkes için
arzulanan meşru hedefler olduğunu öğrenmiştir.
Shils’e göre, toplum
değişik katmanlardan oluşur. Yüksek kültür katmanına dahil olanlar, ciddi iş
yaparlar, insan hayatının asli sorunlarına denk düşen, şiirde, romanda,
felsefede, bilimde, heykelde, müzikte, resimde, mimaride başarılı çalışmalar
yaparlar.
Orta kültür katmanı;
yüksek kültür düzeyinin kıstaslarını karşılamaktan uzak, daha az orjinal; daha
kolay çoğaltılabilen; zaman karşısında sınanmamış sanat ve düşünce eserlerinin
oluşturduğu kültür katmanıdır.
Kaba kültür katmanı
ise, soyutlama düzeyi düşük, sembolik muhtevası zayıf kültürel etkinliklerin
oluşturduğu kültür düzeyidir.
1. 2. 2. Gans’a Göre
Herbert J. Gans’a
göre, her bir muayyen “zevk”e tekabül eden kültür katmanlarını karşılıklı
olarak çözümlemenin yolu, bu kültür katmanlarına kişisel yargılarımızla değil,
toplumsal anlamlar açısından yaklaşmaktan geçer. Önemli olan, her
birimizin muayyen kültür katmanları konusundaki kişisel yargılarımız değil; var
olan her kültür düzeyinin toplum içinde bir kısım insanların somut taleplerine
cevap vermesidir. Her toplum, kendi üyelerinin estetik taleplerine, istek ve
korkularına gelişkinlik düzeyi ne olursa olsun, duygusal tepkilerine, sembolik
düzenlemelere, algılama yeteneklerine, kendi toplumlarını taşıma ihtiyaçlarına,
boş vakitlerini değerlendirme arzularına cevap vermek zorundadır.Bu açıdan bakıldığında, kitle kültürü de, muayyen bir
seviyede billurlaşmış olan insani istekler toplamına verilmiş toplumsal bir
karşılıktır. İşte böyle bir etkileşim içinde ortaya çıkan kitle kültürü veya
yaygın kullanımı ile popüler kültür olgusunun, toplumsal hayatın diğer
alanlarında yürürlükte olan diğer insanca etkinliklerden bağımsız olamayacağı
görülecektir.
Avcı, Nabi; Enformatik Cehalet, Rehber Yay. Ankara 1990, s.28
Avcı Nabi, Enformatik Cehalet, Rehberi Yay. Ankara 1990, s. 19
Gasset, Ortega y, Kitlelerin İsyanı , Çev. Nejat Muallimoğlu, Bedir Yay. İst.
1992, s.43